Bu bir SOYKIRIM yazısıdır


Benden ilk kez bir 24 Nisan yazısı istendi bu satırları kaleme almadan önce. Ben bir tarihçi bir tanık değilim elbette ki. Yılların verdiği ve Ermeni olmanın benim seçmediğim kodları ile doğmuş gazeteci, Ermeni bir insan olarak, tarihten yapraklar değil, kişisel anılar ve yaşanmışlıklardan oluşan bir 24 Nisan 1915 yazısıdır okuyacaklarınız. Aynı şekilde yazının başından söylemek gerekir ki tüm nüfus mevcudiyetinin yükü 1915’te insanlarının katledilmesiyle birlikte bugünkü dünyamızda yaşayan bizlere yüklenmiş bir milletin temsilcisinin aforizmasıdır.

Kaç satır olacağını bilmiyorum sadece birçok açıdan iç hesaplaşmalar ile dolu, gerçeklerin, sadece tarih sayfalarında yazıldığı gibi olmadığının birkaç cümlesi olacak okuyacaklarınız. Dolayısı ile tarih kitaplarından fırlamış veriler ve burada sunulacak belgelerle kendine tez yapmak isteyenlerin okumamasını tavsiye ederim şimdiden. Canınız sıkılabilir. Zira belki sizin de kendiniz ile hesaplaşmanız gerekecektir, yazının sonunda.

Ermeni Soykırımı’nı anlamak için öncelikle Ermeni olmayı anlayabilmek gerekiyor. Ne yazık ki Türkiye’de bir evsahibi iken şimdi misafir konumuna düşen, sayısı tam olarak asla bilinmeyen ama 45 bin civarında olduğu tahmin edilen Ermenilerin bu haleti ruhiyesini anlayabilmenin tek yolu olan kodlanmalara sahip olmayan birçoklarınızın anlayamayacağı bir şey aslında bu soykırım denilen.

Ben anlatmaya çalışsam da anlamaya ramak kala, zihninizin pragmatik duygularla kendini korumaya alıp sizi ikna edebilecek birçok soykırım tezinden geri döndüreceğini bile bile birkaç hikaye anlatacağım sizlere.

Tecavüz

Marsilya’da 112,5 yaşında bir Ermeni: Ovsanna Kuyrik (abla). (Daha önce gerçek ismini deklare etmemi istememişti ama bu yıl kendisi artık Fransız ikinci kanalına röportaj verdiğine göre rahat rahat yazabilirim)

Kendisiyle tanıştığımızdan beri uzaktan da olsa samimiyiz. Her pazar kiliseye gitmeyi asla ihmal etmiyor. Hasta olduğu ve kızı onu doktor kontrolüne götürdüğü zamanlar hariç.

Bursalı. Bursa’dan 1915’te göç ederken çocukmuş ama etrafında olan biteni hatırlayabilecek kadar da ergin. Ermenice okuma yazmayı çadırlarda mum ışığında öğrenmiş. Zira bir asker gelip onlara “Paşa geçecek buralardan, gözükmemeniz gerek. Kalkın gidin” dediğinden köylerini boşaltmış ve çadırlara taşınmışlar. Sonra çadırlarına saldırılmış. Kendisi bir albayın karısı oluvermiş. Ardından da kaçmış. Ora senin bura benim derken Marsilya’da uzun zaman sonra akrabalarına kavuşmuş. Yarısı hayatta olmasa da yarım bir aile olarak Marsilya’da yeni bir hayat kurmuşlar kendilerine. Ve Bursa yakınlarındaki çadır kampında öğrendiği Ermenicesiyle şiirler yazmaya başlamış. Şu anda Fransa’nın en yaşlı şairlerinden biri. Bir sürü kitabı var.

“Yüzonikibuçuk yaşındayım” diyor sorduğumda.

“Yüz yaşından sonra her bir buçuk yıl bir yıl eder, ondan söylüyorum” diye de ekliyor.

Bu olaydan sonra arada bir sağlığını sormak için ararım Ağavni teyzeyi. Geçtiğimiz yıl İsveç Parlamentosu Soykırım Yasa Tasarısı’nı bir oyla kabul ettiğinde de aramıştım ve duygularını sormuştum.

“Benim Bursa’da tecavüze uğrayıp uğramadığıma İsveç Parlamentosu mu karar verecek” deyiverdi.

Soykırımı anlamaya Ovsanna’yı anlayarak başlayabiliriz aslında. Bir halkın nasıl azaldığını. Anadolu’nun dört bir yanında binlerce okulu varken, birdenbire okulsuz kalıp çadırlarda kendi dilini öğrenmek zorunda kaldığı gerçeğinin değişmeyeceği ve şu anda kala kala İstanbul’daki 17 okulu ile vitrinlik hale gelen Türkiye Ermeni toplumu başta olmak üzere dünyadaki Ermenileri de anlamaya başlayabiliriz böylelikle.

Yüzleşme

Türkiye her şeye tersten başladığı gibi kendi tarihi ile yüzleşmeye de tersten başlamış bir ülke. Ne kadar sorunu varsa sondan başlıyor çözmeye. Türkiye’nin suç listesi bir hayli kabarık, bu konuda Sivas Katliamı’ndan tutun da fali meçhul cinayetlere, Hayata Dönüş -Tufan- operasyonuna ancak son 10 yılı ile yüzleşmeye başlarken, ‘38 Dersim’e sıra ancak geldi. Ermeni Soykırımı ise bu ülkenin çözeceği son ‘sorun’ olacaktır. Zira Ermeni Soykırımı bu ülkenin temeline, kimliğine, psikolojisine ve hatta rejimine kadar birçok şeyi temelden sarsacak bir çözümleme yapabilecek güçte.

Bazılarının bir nüfus mühendisliği olarak gördüğü 1915’te yaşananların, 1938’de Dersim’de de ‘başarı’ya ulaşmış olması kendi tarihimizden nasıl ders alamadığımızı da gösteriyor.

Çayan Demirel’in çektiği Dersim 38 belgeselini izledikten sonra aklıma takılan bir cümle oldu belgeselden. Bir dede şöyle anlatıyordu manzarayı: “Sarışın bir çocuk koymuşlardı cesetlerin üzerine, rüzgar vurdukça saçları bir yana gidiyordu. Öyle bir hale getirdiler ki bizleri GAVUR bile üzüldü halimize. GAVUR bile… GAVUR.”

Türklerin yüzleşmesi gereken 1915 aslında gelecekte yaşanacak bir travma. Ermenilerin travması ise çoktan en yüksek safhalarını ve krizlerini yaşadı. Bizler yeniden yapılandık. Yaralarımızı sarmaya çalıştık. Travmamız şu anda başka bir boyutta. Ama Türkiye soykırımı kabul ettiğinde yaşayacağı travmanın boyutlarının ne getireceğini kimse bilemez.

Aynı şekilde Demirel’in belgeselinde “GAVUR”a basa basa verilen vurgu da Kürtlerin bir anlamda bu travma sürecinin neresinde olduğunu gösteriyor. Birçoklarımız fazla alıngan olduğumu düşünebilirsiniz ancak burada benim yaptığım çıkarım ‘GAVURUN’ ne kadar aşağılandığıdır, ki Kürtler bile üzülecektir. Oysa ki insan her halkın kıyılmasına üzülmemeli midir? Bunun gavur ya da Müslüman olması önemsiz olmalıdır.

Katastrofi

Bu ülkede Ermenilerin soykırım katastrofisini, en iyi anlayabilme yetisine sahip olması beklenen halk olan Kürtler arasında bile bu tür zihinsel karmaşalar oluşabilmektedir. İşte böyle biçimlenen ve aslında kendimizin farkında olmadığı ve bizlere verilen, bizi eğiten pedagojiden bahsetmekteyim. Öyle bir pedagoji ki bugüne kadar öğrendiklerimizi sorgulatma yeteneğimizi elimizden alan ve böyle bir günde birbirimize sarılmamızı bu denli imkansız kılan.

Bunu kabul edip bağrına basmak, yine biz eski kılıç artıklarına, mağdurlara kalır. Nasılsa bizimle ilgili sorunların çözümüne daha çok vardır… Ancak bu sorunların çözümü için izlenecek yol da yine bizi anlamasını istediğimiz Kürt Hareketi’nin temelinde yatmaktadır.

Ancak öyle bir yere gelmiştir ki Ermeni olma halimiz, kendimizi ifade etmemiz bile zorlaşmıştır. Ermeniler için “gavur” dedirten zihniyet aynı zamanda Ermenilerin de kendisinin ifadesini zorlaştırmıştır.

Bugün Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı semtlerde, sokakta bir röportaj yapsak size cevap vereceklerin sayısı zaten azdır ama verenler de 1915’i bir soykırım olarak tanımlamaktan kaçınacaklardır. Soykırım dememek için kulağını tersten tutacak ve “büyük felaket”le başlayan bir dizi kelime aramaya başlayacaktır. Ermenilerin kendileri diyecektir bazen bu sözleri. Çünkü onlar 1915’ten bu yana koca bir milletin son fertleri olarak kendi halkını korumak zorunluluğunun ağır yükünü omuzlarında hissedenlerdir. Bir tek kişiyi bile kaybetmeye tahammülü yok artık Ermenilerin. Hele ki Türkiye’de kalanların.

Kimilerine soykırım yapması kolay, kimilerine ise bunu söylemesi bile zor. Bu yüzdendir ki soykırıma uğrayanın soykırım yapanı teselli ettiği bir dünyaya doğru gitmekteyiz. Ve o denli bir duygudurum yaratmaktadır ki bu, soykırıma uğrayanların acılarını paylaşmak adına aslında soykırım yapanların suçunun iki tarafın paylaşmasına dönmektedir.

O yüzden bırakalım da özür dilensin. Biz kılıç artıkları zorla özür diletmesin kimseye.

İşte böyle bir tablo önce Ermenilerin “Bu bir soykırımdır!” demesini bekleyip, onları referans alıp, 1915’in bir soykırım olarak adlandırılıp adlandırılamayacağına karar vermek isteyenlerin girişimleri iyi niyetli bir hatadan ibaret olacaktır.

İyi niyetli hatalar gereklidir ama yeterli değildir bence. Bazen iyi niyet sorunu çözümsüzleştirmeye de gidebilir. Lenin’in dediği gibi “Cehennemin yolları iyi niyet taşları ile örülüdür.”

“Bu da bir adımdır” dememeli ve yetinilmemelidir atılan her adımla. Her küçük adımın koca bir olumlu tabloya dönüştürüldüğü dünyamızda fazlasını istemek herkesin hakkıdır.

Ütopyalar gerçektir.

Biz hayalini kurabildiğimiz sürece…

Bu bir SOYKIRIM yazısıdır” üzerine 4 yorum

  1. Öncelikle selamlar. “Ben bir tarihçi bir tanık değilim elbette ki” diye başlamış ama devamında bir tarihçi gibi anlatmışsınız, kendi bildiğinizi düşündüğünüz gerçekleri. Ben de bir tarihçi değilim ve burada size hayır yanılıyorsunuz biz soykırım yapmadık, bunlar tarihi saptırarak planlarını işletenlerin ayak oyunları edebiyatı da yapmayacağım. Ben size diyeceğim ki; bu kadar saplanmışsınız madem bu konuya, bu kadar anlatmışsınız ancak sizi destekleyecek yorumları doğru dürüst bulamadım sitenizde. Bakın sizin yazınızı okuyup yorum yapan nadir kişilerden biri benim, bir Türk, bir Müslüman. Size hak vermek için çabalıyorum kendimce. Çabaladıkça aklıma dumanı üstünde Ermeni’lerin yaptığı Karabağ ve Hocalı katliamı geliyor. Zorladıkça Ermeni örgütleri tarafından öldürülen Türkiye diplomatları geliyor. Zorlayayım zihnimi diyorum; birinci ağızdan; benim öz dedemin anlattığı ve Ermeni ve Rumlar’ın Karadeniz’de yaptığı tecavüz hikayeleri geliyor. Eteğini kanlar içinde toplayarak gelen komşu kadını çocuk gözleriyle yaşamış bir insanın şaşkınlığını anlayabir misiniz? Siz 1915’i farklı hissediyorsunuz, ben farklı hissediyorum; tamamen okuduğumuz tarihle ilgili olarak. Yok yok, bu böyle olmayacak; bizim toplumumuza (ayrımsız ikimizi ve diğerlerini kapsayacak şekilde söylüyorum) bir ahlak ve anlayış inkılabı gerekiyor; dil, din, ırk ve tarih gözetmeden. Bu yorumu yürekten çıkmış kabul edeceğinizi umarak gönderiyorum. Sevgiyle kalın…

  2. BM SOYKIRIM SUÇUNUN ÖNLENMESİNE VE
    CEZALANDIRILMASINA DAİR SÖZLEŞME
    “Madde 2- Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir
    grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen
    aşağıdaki fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu oluşturur.
    a) Gruba mensup olanların öldürülmesi;
    b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar
    verilmesi;
    c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı
    hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek;
    d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;
    e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek;
    Madde 3- Aşağıdaki eylemler cezalandırılır:
    a) Soykırımda bulunmak;
    b) Soykırımda bulunulması için işbirliği yapmak;
    c) Soykırımda bulunulmasını doğrudan ve aleni surette kışkırtmak;
    d) Soykırımda bulunmaya teşebbüs etmek;
    e) Soykırıma iştirak etmek;”

    İncelediğimizde; Osmanlı İmparatorluğu resmi makamlarınca Madde 2a uygulanmıştır (istanbul’dan toplanıp trenlere bindirilen Ermeniler’in Kocaeli ve Sakarya civarında katli), Madde 2c uygulanmıştır (Anadolu’dan toplanan Ermeniler’in resmi emirle Suriye-Yemen vs. Arap topraklarında Derzor denilen ve diğer Osmanlı tebaasından kimsenin sürülmesinin sultan tarafından yasak edildiği çöl coğrafyasında bir bölgeye sevki), Madde 2e (Ermeni çocukları Kayseri, Yozgat, Sivas gibi vilayetlerdeki Türk-Müslüman ailelerin yanına verilmiştir-bunun iyi niyet göstergesi olarak okullarda okutulması ayrı bir ironi-; genç kızlar Türk-Müslüman tebaa ile evlendirilmiştir)

    Madde 3c (bunu sanırım sokakta her gün görmekteyiz Türkiye Cumhuriyeti’nde.

    Bu yorumlarla baktığımızda; 1) Osmanlı İmparatorluğu Sivil bürokrasisi 1915 olaylarında soykırım suçunun kapsadığı eylemlerde bulunmuştur ve ilgili yerlerde bunların resmi kanıtları bulunmaktadır.
    2) Türkiye Cumhuriyeti topraklarında her gün böyle bir soykırımın olmadığı iddia edilirken bile; nedense bu şiddet eylemleri vs. insanlara empoze edilmektedir.

  3. Merhabalar,

    Ben de bir tarihçi değilim. Şimdi ben de Osmanlı’nın böyle bir soy kırımı asla yapmadığını savunacağım. Bir bakın Osmanlı tarihine hüküm sürdüğü topraklarda hangi milleti kırmış. Bir tane bile örnek gösteremezsiniz. Gelin bu konuyu işin uzmanlarına bırakalım. Tarihçilere bırakalım. Devlet arşivlerine bırakalım. Onlar ne söylerse, onlara inanalım. Tehcir ile soykırımı birbirine karıştırmayalım. Tek tük münferit olaylara bakarak soykırım yapılmış iddiasında bulunmayalım.

    Saygılarımla

KamilCengiz için bir cevap yazın Cevabı iptal et